31 Ağustos 2013 Cumartesi

İSMİNİZ NE?

Bazıları nasıl da bütünleşir ismiyle bazıları ise sadece taşıyor ama öylesine...
Gözlerinde soğukluk, bakışları donuk, iletişim sıfır... Adı Sevgi....
Güvensiz cesaretsiz belli. En başta kendine yok inancı. Adı Fatih....
Nerdeyse yok yazılacak tüm derslerde. Hep arka sırada hep sessiz hep başı önde, hep silik. Adı Yıldız...


Keşke  sevgi, güven, cesaret bakkaldan alınabilseydi. Ya da şırınga ile enjekte edebilseydik ihtiyacı olanlara...

DAHA NE...

Merhaba nedensiz yazdığım isimsiz insan...

Yine ofisimde yine iki berard arasında yazıyorum sana...
Bugün hava biraz puslu... Bunu görebiliyoruz hissedebiliyoruz ya... Daha ne olsun...
Berard öğrencilerimden biri iki berard arası ofiste kaldı. Hadi çalışalım dedik. Şimdi matematik testlerini çözüyor. Asistanım canım da canla başla ona yardım ediyor. Hatta takıldıkları sorularda da telefon hakkımızı kullanıyoruz. Ve sorularımıza cevap buluyoruz. Harika bir çalışma ortamı oluştu. Ofisimi seviyorummmm. Burdaki havayı seviyorum :)

Birazdan birlikte yemek yiyeceğiz. Sonra yine çalışma yine seanslar yine çalışma yine çalışma...
Daha ne olsun...

30 Ağustos 2013 Cuma

AN' LAR...

Sabah oldu...  hatta öğlen oldu. Yelkovan akşama doğru hızla ilerlemekte.. Akrep ise hep aynı ağır aksak "gitsem mi gitmesem mi "demekte.. O da haklı. Dönüp dolanıp yine aynı yere gelmeyecek mi sonuçta...  Şu yelkovan ne diye koşturup durmakta...

Öğle civarında ofise geldim... hatta bir konuk ağırladım, iki berard seansı yaptım.  Şimdi bir koçluk görüşmesi ardından iki berard seansım var. Arada " sürprizzz " diye gelenlere de kapımız ardına kadar açılmakta... (Ha bu arada çat kapı gelecekseniz illada  "sürpriz "demeniz gerekmemekte... Siz gelin de nasıl gelirseniz gelin. Bizim ofisin alanı dar ama yüreği kocaman durmakta.... )

Bu yazma işi gerçekten çok keyifli olmaya başladı...Bana kalan şu aradaki 27 dakikayı bile bir şeyler yazmak için masamın başında geçirmekteyim.  Asistanım canım ise kitap okumakta. Biz burada bulduğumuz her boş fırsatta birlikte kitap okuyoruz. (öhö öhö ) Asistanım canım benim  bir solukta okumamdan etkilenip "Dostluk Ekmeğini" okuyor bu günlerde... Hatta bazen o kadar kaptırmakta ki kitaptaki karakterlere laf atmak, kızmak, "ya olur mu öyle şey " gibi söylenmek şeklinde eylemleri de oluyor.  Dün bir seans bitiminde kitabın konusu açıldı "Ya hocam bu Mark işi bozacak gibi görünüyor" diye başladı. Ben de tabi " Daha dur sen bak nasıl şaşırtacak seni. Ne oldu kadınla görüştüler mi..? " dedim. Biz  böyle kaptırmış konuşurken o sırada seansı biten öğrencim şaşkın şakın bize baktı. Karakterler o kadar gerçekmiş gibi konuşuyoruz ki  bizi bir diziden bahsediyoruz sanmış... Çok güldük tabi. Kim olsa aynı şeyi düşünürdü öylesine hararetli idi ortam. :)
Ha bu arada şunu da belirteyim ki özellikle son dönemlerde televizyon kültürüm nerdeyse sıfır. Aynı odada bulunduğumuz sırada açık olduğu ve herkes bir şey izlediği için bakarsam bakıyorum. O da en fazla 30 dakika. Hepsi bu yani sezon dizilerinden hiçççççç haberim yok...

Yani adı resmen konulmasa da okuma saatlerimiz var ofiste... Ve çok keyifli olmakta... Sizi de beklerim. "Al kitabını gel ASM'ye"

 Aslında laf buraya gelmişken aramızda kalsın ama asistanım canımla bir çok şey yapmaya bayılıyorum. hani ne derler ondan " her eve lazım". Her zaman duyarlı, düşünceli, saygılı, nazik, hassas...  Siz aklınızdan geçirin, o yapsın. O kadar yani. İnsan daha ne ister. Hele işimiz konusunda paylaşımlarımız... Müthiş gözlemleri, sezgileri var... Ve ben onu gerçekten çok seviyorum. Varlığı çok değerli... :)
Bu da ona ithaf edilmiş bir yazı olsun. Hey asistanım canım iyi ki varsın....:)))



SABAHI BEKLEMEK GÜZEL...

Merhaba
bu isimsiz nedensiz mektubu okuyan insan....

Sabah oldu biliyor musun.. Yaklaşık 4 saattir bekliyorum. Beklemek güzel değil mi? Hele de geleceğini biliyorsan, hele de bir nedenin varsa, hele de beklediğin şey sana aydınlık getirecekse.. Ama zamanında gelmeli beklenen. Tam da gelmesi gereken zamanda olması gereken anda...
Sen de bekler misin bazen...?
İlginç olan ne biliyor musun ben aslında beklemeyi ve bekletmeyi hiç sevmeyenlerdenim. Bilmezsin öğrencilerim ne çektiler bu konuda benden. Hangi yaş ve hangi konumda olurlarsa olsunlar tahtanın önünde çoktur bekledikleri ecel sorularını. Evet ya hem onları tahtaya çeker hem de allah ne verdiyse sorardım. Sen de 5 dakika ben deyim 15 dakika...
Allahım ben ne sadist bir şeyim. Ama görüyorsun kendimi biliyor ve kabul ediyorum. Ki bu büyük bir erdemdir. Yani ben çok erdemliyimdir. Ve anladın evettt aynı zamanda çok da ukalayım ama ne yaparsın bana yakışıyor :)
Aaa neler diyorum. Tüm bunlar saatlerdir beklemekten ve kendime eğlence üretme isteğinden kaynaklı. Yoksa çoğu zaman normal davranabiliyorum inan ki...
Tam da burda kızım olsa der ki " Çoğu zaman... yani her zaman değil. Yani normal davranmadığın anlarda var değil mi anne...?" Ee ne yaparsınız tam da benim kızım. Çocuk bizim !!!
Yıllar önce yeğenim demişti ki " Teyze senin biz öğrencilere yaptıklarının intikamını bir gün Ödül alacak... Ha ha ha biraz tuhaf oldu değil mi.. Hayır hayır yanlış anladınız. Yaptıklarım ödül almayacak. İntikamı Ödül alacak (mış). Ödül mü o benim kızım...:) 1 nisan doğumlu kızım. Şaka gibidir... ve 2 gündür ateşler içinde yatan kızım. Ben de mağlum nöbetlerdeyim.
Saat 07:06 itibarıyla raporu veriyorum.  Ateş kontrol altında ve stabil.Saat 03:00 itibarıyla nöbeti eşimden devr almış ve görevi başarıyla tamamlamış olmanın dayanılmaz hafifliği üstümde ...

Vee  uykunun ağırlığı gözlerimde saatlerdir biraz kitap oku biraz bilgisayarı kurcala derken artık dik durma yetisini kaybeden düşük omuzlarımla... ben 03:00 - 08:00 gece nöbetçisi...

 

Neyse ki sabah oldu artık. Şükür... Ya insanın erken kalkması harika bir şey... Nasıl da dinç oluyorsunuz... Günü karşılıyorsunuz... Hazır ve dinamiksiniz....
kesinlikle doğru söylüyorlar...
Bu zızz gerçekten...zızzzzzzzzzzz muhteşem..... zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz

İyi sabahlarrrrrrrrrrr

29 Ağustos 2013 Perşembe

ÖZLEM

Yine bir sabah telaşı
Birbirine dolaşan ayaklar...
Düşünceler, kararlar, kararsızlıklar...
Hızlı, telaşlı adımlar,
Bakışmalar, süzüşmeler...
İnsanlar...
Derken çevirince kafamı
O'nu gördüm.
Hani burası orası olsa
Diyeceğim ki o sensin.
Ama biliyorum ben orda değilim
Ama biliyor musun o tıpkı sen.
O bakışlar...
O gülüş...
O edayı gördüm. sanki...
Ve bir an
O sıcaklığı...
O paylaşımı...
O içtenliği...
O doğallığı...
Hissettim sanki.
Ve ..
O özlemi yaşadım,
Öldüm sanki.

Ne çok özlemişim seni....


NE OKUYALIM...

Yeni Okunan Kitaplar....
Gerçekten hepsi çok güzeldi.. hani bir solukta okunanlardan...  Aklından Bir Sayı Tut'un  " aaa  nasıl yani, şimdi ne olacak acaba" dedirten dizeleri, Dostluk Ekmeği'nin içinizi ısıtan bölümleri ve sıcacık cümleleri... nin sizi kucaklamasına izin vermelisiniz...
İyi okumalar...

Uçurtma Avcısı - Khaled Hosseını 
Aklından bir sayı tut    - John Verdon
Dostluk Ekmeği - Darien Gee      
Küçük Mucizeler dükkanı   - Debbie Macomber
Mucizeler dükkanına dönüş - Debbie Macomber 
Bu yıl farklı olacak  - Maeve Binchy

28 Ağustos 2013 Çarşamba

ANNEM

Özlüyorum,
Nasıl özlüyorum seni bilsen...
Yüzümü avuçlayan ellerini,
Koklayıp içine çeken bedenini,
Yanaklarımda hissettiğim dudak izlerini
Özlüyorum ...
Çokk özlüyorum seni...

Gözyaşlarım doldu yine akmak istiyor.
Ağlarsam, Ağlarsam cennete boğulur musun anne?

İNSAN

"Gözleriniz var ya o gözleriniz.
Öyle derine işliyor ki
Yalan söyleyemiyorum" dedi çocuk.
"Ben Türk filmlerini seyrederken ağlarım" dedi kadın.
"Ben reklamlarda bile" dedi çocuk.
"Sen insansın" dedi kadın.
"Beni sevdiğiniz için teşekkür ederim" dedi çocuk.
O zaman ağladı hem kadın hem de çocuk.

HİÇ, HER ŞEY OLDU, HER ŞEY, HİÇ OLDU...

O ilk saniyeler hiç de söyledikleri gibi değildi. Ne birden büyük bir sevgi duymuştu ne içi birden bire ısınmıştı ne de yaşadığı ve saatlerce sürdüğünü düşündüğü acıları birden unutabilmişti... Sancıları hiç geçmemişti. Üstüne üstlük müthiş üşüyordu...
Ne sen bir melek gibiydin, ne prenses ne dünyanın en güzel varlığı olduğunu düşündüm ne de hep söyledikleri gibi bunun harika bir duygu olduğunu...
Yalan mıydı hepsi... Ben mi hissedemiyordum. Yoksa ben ruhsuz, hissiz bir insan mıydım. Bu yüce duyguyu yaşayamayacak kadar uzak mıydım... Hazır mı değildim...
Ağlıyordun. Biraz tedirginlik, biraz huzursuzluk, biraz şaşkınlık ağlamasıydı sanki bu. Bense sadece bakıyordum. Biraz tedirgin, biraz huzursuz, biraz şaşkın.Duyduğun ses doğru muydu? Sana tekrar cevap verecek miydi? Ağlama diyecek miydi? Yanılmadın. Tekrar " Ağlama canım" dedim.  Belki bende yokladım seni. Tekrar duyacak tekrar anlayacak mıydın beni? Ve susacak mıydın.
Sustun. Sen sustun. Ben sustum. Sanki herkes her şey sanki tüm dünya sustu...
Derin bir sessizlik, sakinlik ve huzur duydum... nicedir bu kadar sakin ve huzur dolu oldum mu diye düşündüm. Hatırlayamadım. Tüm duyguları birden yaşamak için aynı anda her şeyi hissetmek için çok mu acele etmiştim. O sessizlikte tüm cevaplarımı da buldum sanki. Yavaş yavaş, sindire sindire yaşanması gerekiyormuş... Yavaş yavaş hissediyor yavaş yavaş anlıyordum.
İkimizde çok üşüyorduk.  Örttüler üzerimizi. Ben hala üşüyordum. Sana soramıyordum ki sorsam da cevaplayamazdın ki... Sonra  " Hadi al yanına biraz " dediler. Ne kadar hafiftin. Kolumun üzerine aldım. Göğsüme doğru yaklaştırdım. üzerini örtüm. Kendime doğru iyice çektim seni. Sanki biraz daha sakinleştin, gevşedin. Bir süre öyle kaldık.  Ve geçti tüm titremeler tüm üşümeler... Sıcacık yatağımızda minik ama sıcacıktın. Biz olduk sadece...
Sonra her şey hızlandı birden. Ayrılma işlemleri toparlanma ve çıkış. Seni kucağa aldılar sıkıca sarıp. Ben yavaş yavaş yürümeye çalışırken ardında...
Eve vardığımızda yatağa yatırıldık birlikte. Ve ikimizde direndik uykuya. Hadi ben tamam da hani sen 'melekler gibi uyucaktın'...  Hani  ilk günlerde günün büyük kısmında uykuda olacaktın hesapta. Bu da mı yalandı. Ya da bu da mı zamanla yavaş yavaş olacaktı....
Nerdeyse iki yıl geçti o günün üzerinden... Aynı kalan belki de tek şey bu. Sen hala uykuya karşı direnmektesin.Ve ben hala senin uykunu düzene sokma mücadelesi vermekteyim.
Aradan geçen zaman çok şeyi değiştirdi. Ben ne zaman ki 10 - 15 dakika arayla uyanmaya başladım. Ne zaman ki seni saatler boyunca kolumda taşıyarak salonu turladım. Ne zaman ki sen sürekli gözümün içine bakarak ağladın. Ve bana ne kadar çaresi olduğumu düşündürdün.  Ne zaman ki sen kollarımda iken bir koltukta hiç kıpırdamadan 8 - 10 saat geçirdim.  Ne zaman ki yemek yemek için tuvalete gitmek için eve birinin gelmesini beklemek zorunda kaldım. Ne zaman ki yürüyemeyecek kadar sancılar içinde olduğum halde ağlama sesini duyar duymaz yataktan fırladım. Ne zaman ki sen bana gülücükler atmaya başladın. Ne zaman ki sen başka kucaklarda ağlarken benim kucağıma gelir gelmez huzur bulmuşcasına sustun. Ne zaman ki başını omzuma koyarak uykuya daldın. Ne zaman ki kucağımda saatler boyu uyumana rağmen kucağımdan bıraktığım anda  en derin uykunda bile olsan uyandın. Ne zaman ki yatağında uyuduğun ender anlarda ben evdeki parkelere basmamak ve en ufak bir ses yapmamak adına nerdeyse havada yürüdüm.  Ne zaman ki sen kucağımda hoplamaya başladın. Ne zaman ki sen beni gördüğünde kollarını sallayıp bacaklarınla tepinerek sevincini gösterdin. Ne zaman ki kollarıma gelmek için çırpınmaya başladın...
İşte bunlar gibi nice zamanlarda her şeyi çok net anladım.  İşte ben seni  o anlarda çok çok sevdim bebeğim. İşte ben senden ayrı olduğum her an seni çok özledim bebeğim.
Her şeyin " sen " olduğunu, senin " her şey " olduğunu... Bir tek "senin" her şeye bedel olduğunu... Senin dışındaki her şeyin " hiç " olduğunu...
Senin "her şeye değer olduğunu"
Bebeğim....


24 Ağustos 2013 Cumartesi

NASIL OKUMA YAZMA ÖĞRENDİM!

Aslında hani nerdeyse öğrenemeyecektim.!!!

İlkokula başladığımda 5,5 yaşımdaydım ( mışım ). Aslında başladım da sayılmaz ya. Babam köyün ilkokul öğretmeniydi. Ben de muhtemelen ağbim ve ablamın peşine takılıp gidiyorken kendimi okulda buluverdim.
Bir süre sonra babam kalp krizi geçirmiş.  (Zira ben hatırlamıyorum ama sonrasındaki sıkıntılı günleri çok net biliyorum. Neyse bu da ayrı bir konu elbet.) Sonuçta bir süre babam görevden ayrıldı.
Tabi bu sürede babamın yerine bakıverenler,  vekil öğretmenler sonra ilçeye tayin orada bir okul derken aynı yıl içinde 5- 6 öğretmen tanıdım sanırım. Aslında tanıdım da yanlış olur. Rüzgar gibi gelip geçtiler aklımda kalan belki 1- 2 tanesi...
Bunlar olurken okuma yazma konusu ne oldu... Tabi tahmin edebileceğiniz gibi hiç bir şey olmadı. Nasıl başladı isem aynı şekilde bitirdim. 
Ertesi yıl -şaka gibi- sistem değişti. Harf harf öğrenmeye çalışırken birden cümleler geliverdi önümüze. Ben ciddi bir geriye ket vurdum tabi. Tam olarak sıfır gelişme ile geçen bir yıl oldu. Ama o yılın bende çok anısı kaldı. 2. sınıftayız. Okuma yazma bilmeyen tek ben. (Üstelik de hocanın kızı) Öğretmen ara ara herkese okutuyor ben hep geçiliyorum. Benimle ayrıca ilgileniliyor mu hatırlamıyorum. Muhtemelen sınıfın aptalı, anlamayanı kabul edilip geçiştiriliyorum belki. (maalesef hala çok kolay yapılan bir damgalama bu ) 
Bir de yaramazım ki öyle möyle değil. Hani bu çocuk okumaz tezini tam anlamıyla doğruluyorum.
Evde babam arada ilgileniyor. Ama deli gibi korkuyorum o birlikte çalışma saatlerinden. Babam son derce sert bir öğretmen. Hele de konu kendi kızı olunca daha da bir geriliyor ortam. Anlamadığım zaman ses, vurgu, kelimeler değişiyor. Hiç işin içinden çıkamıyorum. Korkuyorum, siniyorum, susuyorum. Ablama ağbime aktarılıyorum. Ama onlar da kendi derslerimiz var diye atlatıyorlar. ( Böyle yazarken bile kendime çok acıdım şimdi ) Tablo belki o kadar korkunç değil ama o zamanlar ben küçüğüm boyum küçük dünyam küçük. Oysa benim dışımda her şey kocaman. babam çok uzun boylu, ağbim, ablam, büyük okul büyük bahçemiz büyük... ( yıllar sonra dönüp o bahçeyi gördüğümde hiç de öyle olmadığını görsem de...)
Yani o sene de fiyasko ile sonuçlandı benim açımdan. Ben tek tek okunan harflerin neden şimdi bir araya getirilip önüme konduğunu anlayamamışken, ben tek harfi okumakta zorlanırken arkadaşlarımın o yazıları nasıl çözebildiklerini keşfedememişken, ve tabi kendimi başarısız beceriksiz ve tabi aptal hissederken gelivermişti yıl sonu. 
Ve 3. sınıf ...( Sınıfı nasıl geçiyorum bilmiyorum. Hocanın kızı olduğumdan belki sınıf numaralarım ilerliyor ama ben hep aynı yerde sayıyorum. )
Başka bir öğretmenim var yine... Ama bu kez beni sevdiğini hissediyorum sanki. Sanki kırmamaya çalışıyor beni. Sanki daha bir özen gösteriyor. Birlikte yaptığımız bir çalışma hatırlamıyorum yine ama sınıfta daha iyi hissediyorum kendimi...
Bir gün babamla öğretmenin konuşmalarına geriden şahit oluyorum. Hani oradan geçerken benden bahsettiklerini duyuyorum ve durup bir köşede dinliyorum yalan yok. Ve yanlış bir davranış olsa da yaptığım hayatımın bir dönüm noktası olacak kadar etkileniyorum. 
Öğretmenim " sabırlı ol hocam diyor. O patlayacak yakında. Ben ona güveniyorum. Çok az kaldı. Birden çözülecek. Bak görürsün." Bir çiçeğe benzetiyor beni. Tomurcuk ve açılacak diyor.
Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar iyi hissediyorum kendimi. Ağzım kulaklarıma varıyor. Kalbimin hızla çarpmaya başladığını hissediyorum. Gizliden gizliye duyduğum bu sözlerden müthiş etkileniyorum.Ve belki gerçekten hayatım değişiyor. Nasıl değişmesin kulaklarımla duyuyorum. Evet diyorum ya birileri beni önemsiyor. Birileri bana güveniyor. Eminim duruşum değişiyor. 
Öylesine net hatırlıyorum o duvarın kenarında dikildiğim anı. O hisler hala sıcak..
Sonra... sonra ne kadar geçiyor üzerinden bilmiyorum ama çok değil.. öğretmenim haklı çıkıyor. Gerçekten de aniden patlıyorum. Gerçekten bir tomurcuk gibi patlıyorum. Ve gerçekten birden oluyor hepsi. 
Bir gece elime aldığım kitabı aniden okumaya başlıyorum yüksek sesle. Hiç hecelemeden, hiç teklemeden, hiç duraksamadan. Babamın şaşkın bakışlarını annemin gözlerindeki gururu hatırlıyorum. Ve kendimdeki  dik omuzları... 
O öğretmenim beni sevmişti biliyordum ve onu haklı çıkaracaktım. Ve işte şimdi başarmıştım. 
İşte bundan sonrası da özellikle annem için kabus gibi günler oldu sanırım :)
O 3 yıl o kadar ezik yaşamanın ve herkes okurken anlamadan bakmanın acısını ve boşluğunu o kadar çok hissetmişim ki okumaya başlar başlamaz nerdeyse kök söktürdüm.
Düşünsenize çocuğunuzla yolda yürüyorsunuz ve belki acele bir işiniz var bir yere yetişiyorsunuz ve çocuğunuz yolda gördüğü her türlü yazılı basılı kağıdın önünde saygı duruşunda bulunuyor. Her türlü yazılı kaynağı çöküp okumaya çalışıyor... çamurlara bulanmış kağıtları görmek için çamurun etrafında turlar attığımı hatırlıyorum. ama en çok annemin beni, çömeldiğim yerden koparmak için kolumu çekerkenki hali gözümün önünde. Zavallı anneciğim yol boyu kim bilir kaç kere bu çekiştirmeyi yapmak zorunda kalıyordu. Ve benim yüzümden uzun bir süre hiç bir yere zamanında gidemedi.  :)
Ve tabi aç kurtlar gibi evdeki kitaplara saldırdığımı hatırlıyorum. O zamanlar şimdiki kadar zengin çocuk kitapları da yok. Olanları alacak zenginlikte yok. Dolayısıyla ne bulursanız onu okuyorsunuz. Bende boyumdan büyük kitaplar okuduğumu hatırlıyorum. 8 - 9 yaşımda elimde klasikler... Okurdum okurdum ama hiç bir şey anlamazdım tabi... Yine de itiraf edeyim " karizmatik bir görüntü" olurdu.  :)
Ha birde kitap okurken dünyadan soyutlardım kendimi. Duymaz, görmez adım söylenmediği sürece kafamı kaldırıp bakmazdım. Özellikle dayımın " aynı odanın içinde hiç bir şeyden etkilenmeden okuyabiliyor ya helal olsun" şeklinde beni başkalarına örnek göstermesi var ya...  Havamdan geçilmezdi desem yeri var....

Daha önceki yazımda da paylaştığım gibi... Okumak güzeldir, yararlıdır ve bakın havalıdır da... Mutlaka okumayı sevdirin diye...

Yıllar sonra bile o günleri hiç unutmadım. Hiç hesapta yokken öğretmen oldum ve o anı benim öğretmenlik kimliğimin oluşması oldu. Öğrencilerime mümkün olduğunca yakın, mümkün olduğunca dost oldum. Benimle rahatça konuşabilecekleri bir mesafe ve ortamlar hazırladım. Ve iyi bir dinleyici olmaya çalıştım. En önemlisi hemen hemen hepsi benden bu cümleyi duydu  "SANA GÜVENİYORUM." 

23 Ağustos 2013 Cuma

Eylül'den Sonrası: TUVALET EĞİTİMİ MACERAMIZ..

Eylül'den Sonrası: TUVALET EĞİTİMİ MACERAMIZ..: -Anneeaaa hani ben bi kere çiş yapmıştım da sen gizlice gelip mutfakta çok ağlamıştın. Ama o zaman ben küçüktüm tabikii dee... Bu cümleleri...

21 Ağustos 2013 Çarşamba

DAİMA DOST KALAN BİR DOST'A İTHAFEN...

Bugün aştım kendimi... 
Hiç vaktim olmadığı için kısa bir şeyler yazayım dedim. Sonra şartları zorladım ve birden çok yazı yazdım... 
Bunun nedeni var. 
Bunun nedeni birisi... Bir kişi.. Bir dost... 
O kendini biliyor biliyorum. 
Belki bilerek belki bilmeyerek yaptığı bir yorum "ŞARZ OLMAK" yazımın temasını oluşturdu. 
Ve bilsin ki o yazı kesinlikle ona ithaf edilmiştir.
O zamanlar ya da genelde şarz olma nedenim öğrencilerimdir evet. Ama bugün ama bir kaç saat önceki şarz nedenim kesinlikle sendin.  Ha kesinlikle şu andaki durumum ya da ofiste yaşadıklarım dersane ile kıyaslanmayacak şeyler. Ne stres, ne gerginlik yaşarım ben ofisimde... Ama bazen elbet düşer enerjim, bazen elbet yorulurum, bazen elbet takdir ya da onay beklerim. 
Sen bugün motivasyonum oldun. Sen bugün aniden gülümsetenim oldun. Sen bugün bana çok güzel bir şey hatırlattın. 
Araya yıllar, araya yollar, araya insanlar bile girse....
SEN HEP VARDIN VE VAR OLACAKSIN... İYİ Kİ..
TEŞEKKÜR EDERİM DAİMA DOST KALAN DOSTLARA

ŞARZ OLMAK...

"Hocam hep gülümsüyorsunuz" denmesine rağmen benim de tükenmişliğim oluyor elbet.

Bir süre kurucu ortaklarından olduğum bir dersanede ve ardından da kolejde yöneticilik yaptım. Uzun ve yorucu saatler geçirirdim her gün. Ve her gün bir öncekinden kısa gibi gelirdi. Hiç bitmeyen işler, sorunlar, sorular... Yorgunluklar, başağrıları...
Özellikle de kuruluşumuzun ilk yılında. Her şey yeni herkes yeni iken bir şeyleri düzene koyma, sistemi oturtma mücadelesi verirken...
Çok yorucu, çok yoğun geçen günlerde üzerine de bir takım sıkıntılar oldu ve canım sıkıldı ise odadan çıkar öğrencilerin etüt yaptığı çalışma salonunu, sınıfları dolaşırdım. Bu anlardaki dolaşmalarım kesinlikle amaçlı olurdu. Ancak bu amaç sanıldığı gibi öğrencileri kontrol, çalışmalarının takibi durumu değildi. (Tamam tamam itiraf ediyorum bu nedenlerle de dolaştığım çok olurdu ama :) böyle zamanlarda değil )
Bazen o kadar ters giderdi ki işler, o kadar sarpa sarardı ki durum ya da o kadar şikayetçi olurdu ki insanlar, koridorlarda dolaşırken bir sürü soru da bana eşlik eder hale gelirdi.
" Ben ne yapıyorum?" " Ben neyi yanlış yapıyorum?" " Bu konum için doğru kişi değil miyim? " " Çekilmeli miyim?" "Sadece öğretmen olarak devam mı etmeliyim?" " İyi bir idareci miyim?"
Neden dolanıp duruyordum koridorlarda sınıflarda peki?
Çünkü...
Devam edip etmemeye karar vermeye çalışıyor ve bununla ilgili kanıtlar arıyordum aslında...
Ve devam edeceksem eğer kendimde bu gücü tekrar bulma mücadelesini veriyordum.
Hatta belki şarz olmaya çalışıyordum en iyi açıklama olabilir...
Peki ne bulmak için dolaşıyordum?
Çok basit aslında tüm dersanelerde okullarda koridorlarda sınıflarda ne bulur insan....
Öğrencileri, öğrencilerimi özellikle de bazı öğrencileri arıyordu gözlerim tüm sınıflarda...
Neden özellikle de bazı öğrenciler... Ki onlar benim onları aradığımı ve gördüğümde bende değiştirecekleri şeylerden tamamen habersizken hemde...
Çünkü o öğrenciler daha önceki yıllardan başka ortamlardan, belki başka dersanelerden de tanıdığım, nasıl öğrenci olduklarını bildiklerim idi. Ve daha önceki dönemlerde derslere doğru düzgün girmeyen, devamsızlıkları tavan yapmış olan, öğretmenlerle sürekli papaz olan, dersleri kaynatan, hani yaka silkilenlerden...
Sonra özellikle o ilk yılımızda o tip öğrencileri bir etüt odasına kapanmış ders çalışırken görmek, bazen gelen geçeni, hatta benim yanlarına kadar geldiğimi bile fark etmediklerini görmek, çözdükleri teste kendilerini nasıl kaptırdıklarını izlemek, arkadaş ilişkilerine sınır koyduklarını, cep telefonu dahi kullanmadıklarını bilmek...
Birden omuzlarım dikleşir, başımı kaldırırdım. Gözlerimde bir gurur, içimde bir heyecan ve iyi duygular oluşurdu hemen. Ve bir süre bir yere yaslanır sessizce izlerdim onları ve iyice şarz ederdim kendimi... Sonra döner ve merdivenlerden hızlıca iner ve belki saatlerce kalkmayacak şekilde masama oturur ve işe koyulurdum tekrar...
"Evet derdim ya, iyi şeyler oluyor, Evet çok olumlu sonuçlar var, Evet bu çocuk düzeldi ise, bu çocuk dersanede devamsızlık yapmıyorsa, bu çocuk dersaneden gecenin geç saatlerine kadar çıkmıyorsa nerdeyse " hadi gidin de artık bizde gidelim evimize diyecek hale geldi isek (hatta inanın personelden önce gelip " ya neden geç açıyorsunuz dersaneyi" dedikleri günler dahi olmuştu), bu çocuk gelip teşekkür ediyorsa...  bu çocuğun ailesi "Hocam inanamıyoruz biz daha önce bu çocuk ne okula giderdi ne dersaneye ... gerçekten her gün dersanede mi?" diye arayıp soruyorsa...Ve gerçekten her gün hatta dersanenin tatil günü olan pazartesileri dahi dersanede ise...
Evet evet ben çalışmalarımın karşılığını alıyordum, aldım ve biliyorum ki alacağım. Belki birileri anlamıyordu, anlamadı ama anlayan birileri vardı ve hep olacaktı... Eğer ben pes edersem, eğer ben çekip gidersem, eğer ben kaçarsam onlara haksızlık etmiş olacaktım.

Onlar benim şarzım öğrencilerimdi... Ben onlarla hep devam edecek gücü buldum. En kötü zamanlarımda (belki bir gün paylaşacağım) en büyük acılarımda bile.. Onlar hep yanımda idi...

İsimleri farklıydı tipleri farklıydı ama onlar hep aynı idi aslında... Elini uzattığında kolunu yakalayan ve hiç bırakmak istemeyenlerdi... Öylesine sarılan, öylesine saranlardı...

Yani hepimizin şarzının tükendiği hepimizin çöktüğü zamanlar oluyor dostlar...
" Hocam hep gülümsüyorsunuz" denmesine rağmen benim de tükenmişliğim oluyor elbet. İşte ben o anlarda beni neyin ayağa kaldıracağını biliyorum. 
Peki ya siz? Siz tükenmişliklerinizde ne yapacağınızı biliyor musunuz? Sizin şarzınız nasıl doluyor?

ORANTILI ORANTISIZLIK


Orantısızca yazmak istiyorum bazen aslında... 

Ama orantısız hale gelen duygularımı mutlak orantılı kullanmak durumunda kalacağım kelimelerimle ifade edebilir miyim bilmiyorum...
Öyle öyle çok yazmak istiyorum ki bazen ellerim yetişmeyecek sanıyorum

Öyle öylesine duygu yüklüyüm ki bazen bildiğim kelimeler yetmeyecek sanıyorum

Öyle öyle uzun yazasım oluyor ki bazen 24 saat az gelecek biliyorum

Eee...

O zaman en iyisi başlamamak diyorum...



20 Ağustos 2013 Salı

İYİ Kİ....


Gün yeni başlıyor... Az önce geldim ofise... Birazdan akşama kadar sürecek randevu trafiğinin içinde olacağım... Tanışmalar, yeni dünyalar, yeni paylaşımlar, yeni kazanımlar... Gerçekten zevkli ve gerçekten heyecan verici..

Ofisimi de işimi de seviyorum... Buradaki huzuru seviyorum... .....


diye yazarken bunları, peşpeşe çalan zillerimiz görüşmelerimiz ziyaretlerimiz... derken yazımı yarım bıraktım. Yine kısacık bir ara da yazıp tamamlamaya çalışayım..
.....

Bazen bir anda çat kapı gelenlerle dolan coşkuyu seviyorum. Sanki bir arkadaşına ya da kapı komşusuna elinde kek simitle uğramayı alışkanlık edinen dostlarımı eski koçilerimi, berardcılarımı seviyorum. Ani karşılaşmalardaki birbirlerini tanıyışlarını " Aa merhaba"ları seviyorum. Ve onların burayı sevmelerini benimsemelerini seviyorum.... "Burdan geçerken uğramadan yapamadık" ları seviyorum. "Uygunsanız bir uğrayacaktık" telefonlarını seviyorum. İşimde olsa görüşmede yapsam "olsun biz şurda biraz oturur gideriz" leri seviyorum. Görüşmem bitip de odadan çıktığımda mutfağa doluşmuş farklı yaş ve kesimlerden ilgisiz bir grubun oturup yemek yiyor oluşunu seviyorum. Bu yemeği hepsinin cebinden çıkan paralarla almalarını seviyorum. dışarıda bile bir şekilde birbirlerini tanımalarını ve arkadaş olmalarını seviyorum. 


Hatta artık esprisini yaptığımız " kokunuzdan mı tanıyorsunuz birbirinizi" leri seviyorum. Görüşmeden çıkan birinin kapıda bekleyen diğer görüşmeciyi görünce " Aa sen de mi geliyorsun buraya" diye attığı çığlığı seviyorum. Bir süre gelip gidenlerin " Hocam burayı büyütelim artık" diye sahiplenmesini seviyorum. 


Bizimle o kadar ruh bütünlüğü sağlayan var ki... uzaklardan arayı " ben sizin için şöyle bir şey düşündüm ne dersiniz?" leri seviyorum. "Hocam fikrim geldi geliyim de bir konuşalım" ları seviyorum. Bizimle olan, bizim gibi olan, bizden olanları, bizleşenleri seviyorum...




Ben bu minik ofisimi çok seviyorum....

Ve geriye dönüp baktığımda " İyi ki .. " demeyi seviyorum. "keşke" değil "iyi ki " diyorum... Ve bunu söylemeye bayılıyorum...








19 Ağustos 2013 Pazartesi

DÖNÜŞ...

Eve dönüş...

Dün Ankara'ya veda, Kastamonu'ya merhaba günü idi...

Ankara'dan ablamın şefkatli kollarından çıkmak....
Kastamonu'ya dönmek, Kastamonu'nun havasına, suyuna, evimize, yuvamıza, evdeki sorumluluklara, ofise, aranacak kişilere, verilecek randevulara, beklenen ve yapılacak ödemelere, yeni seanslara, tanışmalara, yeni paylaşımlara ... dönüş demek...

Yani merhaba hayat...
Hoşgeldiniz diyorum ve kollarımı açıp  gelecek tüm güzellikleri, yaşayacağım tüm iyi şeyleri kucaklamayı kabul ediyorum... 



Kendimi ailemi işimi ... seviyorum ...



YANINIZDAKİ OLMADAN YAŞAMAK...

Yine alıntı bir yazı yine kıssadan hisse...Çok hoşuma giden yazıları paylaşmamak haksızlık gibi geliyor...


Geçenlerde yağan kar nedeniyle birçok kaza yaşandı. Bunlardan birisi zincirleme bir kazaya karışan ve çok şükür kendisine bir şey olmayan bir kadının başına geldi. Korkuya kapılan kadın ilk iş olarak eşini aradı ve eşinin ilk cevabı  Arabada bir şey var mı?” oldu…

Bir başka kadının doktor randevusu vardı. Tek başına gitmeye çekindiği bir randevuydu. Fakat yakın bir akrabası olmadığından tek başına gitmesi gerekiyordu ve eşine söyledi ama gelemeyeceği için ısrar etmedi. Sadece randevu saatini söyledi ve dua istedi... Muayene sonucu korktuğu gibi olmadı, sonuç iyiydi. Eve geldi ve eşinin randevunun nasıl geçtiğiyle ilgili bir şeyler sormasını bekledi… Aradan on beş gün geçti. Hala
bekliyor...

Bir adam arabasından inerken kaydı ve düştü, ayak bileği incindi. (Sonradan kırık olduğu anlaşıldı.) Kapıda kendisini karşılayan eşi arkadaşıyla konuşuyordu. Adam canının yandığını, ayağının kırılmış olabileceğini söyledi. Ama kadın “Aaa, öyle mi?” diyerek arkadaşıyla konuşmaya devam etti, adam donakaldı... Hala donmuş durumda, duygusu yok...

Bir başka adam babasının hasta olduğunu öğrendiği için akşam babasına uğramak istediğini söyleyince, eşi “Ama dışarıda yemek rezervasyonumuz vardı.” cevabını alınca üzüntüsünü içine attı...

Ve daha birçok örnek... Her gün yaşadığımız, yaşattığımız... Kendimiz için önemli olan bir şeyi karşımız için aynı önemde görmediğimiz onca olayın içinde kalpler kırılıyor. İlişkiler can çekişiyor. Bazı önemli olaylar vardır, bunların ıskalanması telafisi zor aralıklar koyar insanların arasına. Sonra herkes unutmuş gibi yapar. Bazen çaresizlikten, bazen de durum acı verse de ilişkiyi bitirmek için yeterince büyük görülmediğinden...

Fakat hesap bir gün kabardığında, çok küçük bir rüzgar gelir ve çok güçlü zannedilen ilişkiler dağılıp gider. Yıpranma yıllar sürer, yıkılması ise bir andır. Bazen hiç ummadığınız bir şey gelir ve sizin çok sağlam sandığınız her şeyi alır götürür. Küçük ihmaller, hiçbir zaman küçük değillerdir. Altlarında daha derin
düşünceleri örterler. Bunların başında da “Sana değer vermiyorum!” düşüncesi vardır veya “Senin acın beni ilgilendirmiyor!” düşüncesi...

İşte ruh birlikte eğlenebildiği ama birlikte acısını paylaşamadığı ruha karşı soğur. İnsan, karşısındaki insanın kendisini ne kadar sevdiğini verdiği hediyelerle ölçmez çoğu kere. Böyle durumlarda sınanır sevgi. Ve insan sınanana kadar ne kadar sevildiğini bilemez. Ne kadar sevdiğini de. Sevgi sınar çoğu kere ve bazıları kaybeder çok azı da kazanır...

Bu günlerde kaybedenler çoğunlukta görünüyor. Sanıyorum ki bir nedeni de yanımızdakinin acısına duyarsızlaşmamız...Hep eğlenceli bir şeylerin peşinden koşmamız... Ve sadece kendimiz için yaşama
çabamız...
Oysaki yanımızdaki olmadan yaşayamayacağımızı unutuyoruz.

____ Alıntı ____

16 Ağustos 2013 Cuma

SESİMİ DUYAN VAR MI ???

17 Ağustos geldi yine... Ve yine söylenecek bir şey yok...

Dilimde dolanan bir şarkı bugün.... Bölük pörçük hatırımda... ve sanki hatırladığım her kelime o anı yaşatırmış gibi çığlıklar atıyor zihnimde...


Kaç sene oldu?
Zaman durdu.
Kaç çiçek soldu?
Hani bir sarı fırtına koptu zamansız
Kaç tohum filiz dondu.
Hani bir acı yel savurdu.
Yürekler son defa vurdu.


Kimi ses verdi, kimi veremedi, kiminin duyduk sesini kiminin duyamadık, kiminin sesine ses verdik kimine veremedik. Kimine ulaştı eller kimine gecikti.. Kimi hiç bilmedi ellerimizle kazdığımızı toprağı, kimileri bildi gördü üstümüzde enkaz olmadan da onlar gibi ezildiğimizi, çaresizliğimizi....

Kaç gece yalnız kalamadık evlerde, kaç gece uyumadan bekledi babalar, kaç gece anneler çocukların yanında uyudu, kaç gece hazırlandı çantalar, kaç gece ortada bırakıldı battaniyeler fenerler...
Sonra ... sonra yavaş yavaş aslına döndü her şey...

Tıpkı diğer yaşananlar gibi...
Tıpkı çoğu zaman hayata bakış açımız gibi...
Tıpkı genelde kendimize yaptığımız gibi...
Tıpkı bir çok konuda düşündüğümüz gibi, söylediğimiz gibi..


"Yapacak bir şey yok ...."   "Hayat devam ediyor..."  "Böyle gelmiş böyle gider..."
Ve...   "Kader ne yaparsın...."

Hepsi bu kadardı...
Ve bunlar her şeyi açıkladı....

Oysa böyle olmamalı , bu kadar basit olmamalı , bu kadar teslimiyetçi mi olmalı ...
Yapacak daha çok şeyimiz olmalıydı, olmalı...

Bunca zamandan sonra "Allah tekrarından korusun" şeklinde sadece durumu Allah'a havale etmekten ve bizim sadece seyirci olmaktan öte bir şeyler olması gerekmez mi? Bu mudur, böyle mi söyler gerçekte inancımız?

Hani nerede önlemlerimiz? Hani ne kadar donanımlıyız?


Neden hala daha güvenli değil sözlerimiz..
Neden hala üzüntüyle anıyor ve korkuyla bekliyoruz diyorum...
Biz ne yaptık bunca zamandır...
Ne kadar sağlam durabiliyor artık binalarımız
Ne kadar dürüst çalışıyor işinin gerçekten ehli insanlarımız
Ve ne kadar güvenli ve dik omuzlarımız, korkusuz gözlerimiz...

SESİMİ DUYAN VAR MI ???




KAPIYI ÇALAN DEĞİL AÇAN KİM?

Bir kitap okuyorum bu günlerde ve çok şeyi yeniden yeniden sorgulamamı sağlıyor. En çok da kendimi...  
Az önce düşünürken bunları sizlerle de paylaşmaya karar verdim. Öyle değil mi hepimiz düşünelim. Belki bu yazı belki burdaki bir cümle aradığınız cevapları verir size. Tabi eğer arıyorsanız!!! Ne demişlerdi " En zoru karanlık bir odada kara kediyi aramaktır. Hele odada kedi yoksa"
....................



Sizin de katlanamadığınız, tahammül etmek de zorlandığınız, sinir olduğunuz, sinirli olduğunuz size karşı hata yapan, hatalı davranan insanlar var mı?

Peki siz bu duruma nasıl dahil oldunuz? Bu ilişkiye nasıl başladınız? Sizi neler etkiledi? Bu ilişkinize ve davranışlarınıza dışarıdan bakan bir gözlemci olsanız nasıl görürdünüz? Ya da neler görürdünüz?

Bu değerlendirmede suçlu aramıyoruz. Odaklanacağınız şey bu değil. Odaklanacağınız şey karşınızdaki kişi -size muhtemel hatalar yapan kişi- de değil.

Bunca zamandır suçlayacak kişilerimiz oldu. Hatta bunu hayatımız boyunca yaptık nerdeyse. Ve biliyoruz ki bu durum bizi hiç bir yere götürmedi. Elimize geçen sadece suçlanacak insanlar listesi... Belki çok uzun ama kesinlikle bizi bir yere taşımayan işe yaramaz bir liste...

Asıl sorumuz şu " Siz bunların içinde tam olarak nerdesiniz? Kapıyı açan siz miydiniz? Kapıyı nasıl açtınız? Kapıyı neden açtınız?

Hayatlarımızdaki en büyük sıkıntımız kabul edemediğimiz hatalarımızdan kaynaklıdır. Bizimle asıl kimliğimizle bağdaşmayan hatalar. Bize ters olan şeyler. Bizim yaptığımız ama bizimle uyuşmayan şeyler.

Onlar kötüdür. Onlara bakmaya, onları hatırlamaya bile katlanamayız. Tam bir çelişki yaşarız. Bir vücut iki ruh. Saygılı ve laubali. Dürüst ve yalancı. Akıllı ve aptalca şeyler yapan. Mantıklı ve duygusal davranan. Bu bir savaştır. Bu savaş çok acı verir. Ondan kaçmak isteriz ama nereye gidersek gidelim bizimle gelir. Her an savaşı yanımızda taşımış oluruz...

Listenizi yapın. ve sorun kendinize dürüstçe... " Ben bunların içinde tam olarak neresindeyim? Kapıyı nasıl açtım? Kapıyı neden açtım?

Ve cevaplayın ama dürüstçe...





HİSSEMİZE NE DÜŞERSE...

Bugün hissenize daha önce okuduğum çok anlamlı bulduğum bu nedenle paylaşmak istediğim bir yazı düştü. Eminim ki benim yazılarımı okumak daha keyif veriyordur size!!! ama artık idare edin beni :) Bir süredir Ankara'dayım ya .... ve yapacak çok şey oluyor ya...
Her ne kadar sanal ortam, ona ayırdığım zamanın azalmasına biraz bozulsa da "ayrılık büyük sevgileri güçlendirirmiş" diyorum...insan paylaştıkça çoğalıyor değil mi ??? 

Hadi o zaman okuyalım, hissemize düşeni alalım, paylaşalım, çoğalalım...


ÖNCE KENDİ ÇİZGİNİ UZAT

Öğretmen sınıftaki zeki fakat kıskanç öğrenciye :

“Niçin arkadaşlarını çekemiyor, onların yaptıklarını bozup kavga ediyorsun?” diye sordu.

Öğrenci, bir süre düşündükten sonra,

“Çünkü onların beni geçmelerini istemiyorum” dedi. “En iyi ben olmalıyım. "

Öğretmen, masasından kalktı, eline bir parça tebeşir aldı ve yere 15 cm. uzunluğunda bir çizgi çekti, kıskanç öğrenciye bakarak,

“Bu çizgiyi nasıl kısaltırsın?” dedi.

Öğrenci bir süre bu çizgiyi inceleyip içinde çizgiyi birçok parçaya bölmek  olan birkaç yanıt verdi.

Öğretmen, yanıtları kabul etmedi ve yere ilkinden daha uzun bir çizgi çekti.

“Şimdi birinci çizgi nasıl görünüyor?” diye sordu.

Öğrenci utana sıkıla,

“Daha kısa” diyerek başını öne eğdi.

Öğretmen bu yanıt üzerine öğrencisine unutmaması gereken şu öğüdünü verdi:

- Bilgini ve yeteneklerini artırarak kendi çizgini uzatman, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan daha iyidir...







14 Ağustos 2013 Çarşamba

ASM YAŞAM KOÇLUĞU: YARARLI ŞEYLER...

ASM YAŞAM KOÇLUĞU: YARARLI ŞEYLER...: Böcek (büyük kızım) günlerdir başımın etini yiyor...  Anne ne zaman gideceğiz?  Anne gidecek miyiz? Anne bugün de mi gitmeyeceğiz?  Nihayet ...

YARARLI ŞEYLER...



Böcek (büyük kızım) günlerdir başımın etini yiyor...  Anne ne zaman gideceğiz?  Anne gidecek miyiz? Anne bugün de mi gitmeyeceğiz? 

Nihayet bugün istediğine ulaştı.

Diş doktorumuzla işimiz biter bitmez yola çıktık her zaman ki gibi.. Doğru Olgunlar'a...  O sergi senin bu sergi benim dolaştık... ve nerdeyse her sergiden bir şeyler alarak... Bir ara satıcılardan birinin bile ilgisini çektik dayanamadı ve elimdeki çantalara bakıp  ' Abla ne yaptın sen öyle!..'  dedi.. Güldük.  Biz bunu nerdeyse her ay yapıyoruz bunu diye...

Bilenler bilir Ankara'da Olgunlar deyince kitapçılar gelir akla.  Eski, yeni, orjinal, korsan, roman, hikaye, sınav hazırlık kitapları da dahil ne arasan bulunur nerdeyse orada...



Ve biz de her ay diş doktoru çıkışı soluğu orda alırız... hatta soluğu orda alırız da hızımızı alamayız. Yine öyle oldu. Durumun giderek kötüleşeceğini anladığımız anda "artık gidelim" dedik.

Ve o sırada elimizde toplam 18 kitap vardı...

Buraya kadar güzeldi ...  Amma o kadar kitapla biraz da yürüyelim ve alışveriş yapalım demek pek iyi olmadı. Bir süre sonra ikimizde çok yorulmuştuk. Kitap almak, hangisinden başlayacağına karar vermek bir onu bir bunu almak eline, ilk fırsatta okumaya başlamak harika...   Ama meğer çok ağır kitaplar almışız. Kitabın cüssesi dışında içi demek ki çok ağırmış... Nefesimiz kesildi. Nitekim alışveriş yapacak gücümüz de kalmadı. Bir şeyler atıştırıp kendimizi eve dönmek için otobüse attık ve tabi oturur oturmaz açtık kitaplarımızı ve apayrı bir yolculuğa çıktık... 

Belki de hemen eve dönmeye bir an önce kitaplarımızın dünyasına dalmak için de karar vermiş olabiliriz :)

Yine de güzel bir gündü... Özellikle kitap okumayı çok seven bir kızımın olması çok güzel.. Ona sağlayacak faydaların dışında biz nereye gidersek gidelim hiç sıkılmayız. Onun da benim de yanımızda mutlaka kitap vardır. Yolculuk da olsa birini de beklesek hemen açıveririz kitabımızı...  zaman akıp gider. Oldu ya yok kitabımız ve zaman geçirmemiz gerekiyor .. giriveririz bir kitapçıya... Saatler bile geçer orda...  Böceğin çoktur böyle kitap bitirdiği. Masrafsız da oluyor hani.. :))

Anlatırız da gülerler... Böcek 4, 5 yaşına geldiğinden beri bizim için market alışverişi hiç sorun olmadı. Markete girer girmez onu  kitap reyonuna koşar.  Biz alacaklarımızı alır çıkarken de kızımızı alırız...  Yine de "Ama yaaa daha bitmedi... Bir kaç sayfa kalmıştı. Şunu alalım mı? " sorunlarımız olmaz mı olur......  Markette istediğin raftan istediğin şeyi uzanıp  almak kadar kolay olmaz böceği  reyondan söküp almak... Lakin bizde de yılların tecrübesi var. Nerden baksan 5- 6 yıldır böyle...


Diyelim ki arkadaşlarımla çay içmek için sözleştik böcekte gelecek. Hiç sorun değil. Biz sohbet ederken o alır kitabını " Anne hadi gidelimleri" duymamış oluruz...

Yani dostlar.. Çocuklarınıza mutlaka kitap okuma alışkanlığı kazandırmalısınız... Çocuklar mutlaka kitapları kitapçıları sevmeli, bir şekilde sevdirilmeli...


İnanın çokkk  yararını göreceksiniz.. :)



SEYREYLEDİM DÜNYAYI



Böcüğün uykusu geldi. Her zaman ki gibi elimden tutup beni sürüklemeye çalıştı.. Ne oldu dedim. "Enne cütt" dedi... Yani anlasana anne uykum geldi demek istedi.  "İyi geceler dedin mi herkese" dedim. Koşa koşa gitti salona... Önce Ede'ye sonra Ti'ye sonra Tubi'ye sonra Ödü'ye uzattı kollarını sarıldı. Bu arada sırtlarına elleriyle pıt pıt yapmayı da unutmadı. Sonra tekrar koşarak geldi yanıma... "Hadi sen git odaya ben sütü hazırlayıp geliyorum" dedim. Yine koşarak gitti odaya, tırmandı yatağa ve yatıp beklemeye başladı. Ben elimde sütle girince içeri tezahurat yoğundu " cüt cüt cüttttttttt "...

Sonra uyuttum böcüğü... Saçlarını okşayarak, gıdıklarını severek (bizim böcük ayaklarına gıdık adını uygun buldu) 


Ve sonra da seyrettim bebeği mi...  Sanki seyreyledim tüm hayatımı, tüm dünyayı...

Siz hiç bir bebeği uyurken gördünüz mü? Eğer seyretmediyseniz uyurken bebeği siz dünyanın en güzel şeyinden habersizsiniz demektir. Eğer uyurken bakmadı iseniz hiç bir bebeğe dünyanın en güzel manzarasını görmediniz demektir. Eğer sevmedi iseniz bir bebeğin saçlarını siz hiç sevgiye dokunmadınız demektir....



12 Ağustos 2013 Pazartesi

CAN' LAR...


Annem de yaşamıyor babam da... Üzücü  :(

Ama bir ablam var bir ağbim... Sevindirici  :) 

Yani bir anne bir baba sayılabilecek kadar yakın can'larım var... İnsanın böylesine bir ağbiye ve böylesine bir ablaya sahip olması paha biçilemez gerçekten...

Yıllar önce çok kavga ederdik... tıpkı bu yazıyı okuyan bir çok kişinin yaşadığı gibi... Ama uzun zaman önce çok değişti  bu durum...

Bir gün hiç unutmuyorum neden olduğunu hatırlamadığım ama çok kötü hissettiğim bir andı... Hıçkırıklarla ağlıyorken kapı çaldı... Ve karşımda o dönemde Ankara'da okuyan ve geleceğinden hiç haberim olmayan Ağbim var idi.. Nasılda sarılmıştım boynuna.. İşte o an en ihtiyaç duyduğum anlardan biri idi.. ve o sanki hissetmiş gibi kollarına açmış, dinlemiş, anlamış yakınlığı ile beni sakinleştirmişti... Bunun gibi şeyler o kadar çok yaşandı ki .. Tam ihtiyaç duyduğumda araması veya asla böyle bir alışkanlığı olmadığı halde bir mektup yazması gibi... Ya da onun için gerçekten önemli konularda karar alırken araması sorması fikrimi alması ve hatta " uygunsan gel sana ihtiyacım var" demesi.. Kendimi önemli hissetmem için her şeyi yaptı biliyorum...

Bir baba gibi güçlü, sağlam ve hep yaslanabileceğim en sağlam direğim benim...


ve Ablam.. Sanki Annem... Annemin boşluğunu bana nerdeyse hiç hissettirmeyen kadın...
Doğum yaptığımda hemen yanımda biten eliyle beni besleyip bebeğime tüm sıcaklığıyla kol kanat geren... Laf arasında "şu olsaydı" "desen "şuna ihtiyacım var" desen hemen Noel baba misyonunu üstlenen... Canının ne isteyebileceğini bilip en lezzetli şekilde pişiren, çocuklarımın sevdiği şeyleri bir bir hafızasına kaydedip biz gelmeden önce hepsini temin eden... Ne zaman Ankara'ya gelsem işlerim ya da ziyaretlerim için bana kapıyı açık tutan ve ilk aylarından beri çocuklarımın tüm bakımıyla ilgilenen... Çocuklarıma anne anne gibi hırkalar yelekler ören, taa Ankara'dan bana üşenmeden reçel, marmelat, el yapımı kesilmiş hamur, baklava, börek, sarma taşıyan...

Hatta bir anne gibi benden önce benim ihtiyaçlarımı bilip hazır eden kelimelerin anlatmaya yetmeyeceği mükemmel kadın...


Ve onlarım can'ları benim can yeğenlerim... Her ikisinde konuk olduğumda bile (ki bazen kendi evimde bile bu kadar rahat ettirilemeyeceğimi düşünürsek konukluk kelimesi çok abes kalır) çocuklarıma ağbilik, ablalık yapan sevgili çocukları... saatlerce ortada görünmesem çocuklarımla gerçekten içten gerçekten doğal gerçekten keyif alarak ilgilendiklerini bildiğim hissettiğim güzel yürekli çocuklar...

Güzel insanların güzel çocukları onlar... Yüreğimle sevdiğim öpmeye sarılmaya doyamadığım, iyi niyetlerinden, sevgilerinden saygılarından dolayı içimi titreten güzel yürekler...


İyi ki varsınız... İyi ki Can'sınız... Sizsiz hayatım o kadar eksik o kadar anlamsız olurmuş ki... Varlığınız paha biçilemez...




11 Ağustos 2013 Pazar

TEDAVİ BAHANE ANKARA'DA OLMAK ŞAHANE....




Ankara'dayız.. Kızımın diş tedavisi bahane Ankara'da olmak şahane..
Yani biraz bayram, biraz tatil belki kaçamak bizimkisi...
Kızımın ortodonti tedavisi yapılıyor...bir süredir her ay bir görünüp bir kayboluyoruz. Bir süre daha biz Ankara'ya Ankara bize hasret kalmayacak.. Yani her ay geliyor olmaktan ne biz şikayetçiyiz ne de Ankara...


Benim için hep ayrı bir yeri var bu şehrin .. İkinci memleketim... Ben burada büyüdüm burada genç oldum burada olgunlaştım... Burda yaşadım pek çok ilki... öğrenciliğim, ilk iş tecrübelerim, dostluklarım, sevgilerim, ortamlarım, üzüntülerim, acılarım, kayıplarım var bu sokaklarda... Ve tabi sevinçlerim , mutluluklarım var şen kahkahalarımı buluyorum bazen kaldırımlarda... Ben ölesiye sevildim sevdim bu şehirde... Ankara bir başka oldu hep...
Ankara'ya gelecek olmak, Ankara yolunda olmak bile anlamlı benim için...
Yolculuk boyunca böcük kendine ayrılan koltuk dışında önünde arkasında yanında bulunan her koltuğu ziyaret etse de .. koltuk değişimi yapamadığı zamanlarda koltukları tırmanma şerdi olarak kullansa da... zaman zaman arka koltukta oturan ablası ile "ce e" oynayıp tüm otobüsü bu oyundan haberdar etse de... yol boyu tüm parkları fark edip "enne paka enne paka" diye çığlıklar atsa da... iyi bir yolculuktu diyebiliriz..
Değişmeyen şey yol boyu kendisine sunulan tüm yiyecek tekliflerini reddetmesi bu durumun eve geldikten sonrada değişmemesi oldu...
Bugün tüm gün boyu yedikleri toplamda 6- 7 adet patates kızartması, 2 dilim salatalık, nerdeyse yarım dilim denilebilecek ekmek, yarım köfte... ve bu saydıklarım sabah, öğlen, ikindi, akşam her türlü öğünü kapsamaktadır... Sanki diyet listesi gibi bizim yemeklerimiz. Öylesine masrafsızdır misafirliğimiz... :)
Bugün öğleden sonra Kızılcahamam'ı merakımızı giderdik.. Her ne kadar hamamlarını göremesek de.. Hem bayram tatili hem hafta sonu muhalefeti... tüm yerlerin dolu olması şeklinde hiç de sürpriz olmayan bir durum... Küçüçük ilçe müthiş bir trafikle karşı karşıya idi.. Sanki Kızılcahamam'a gideceğimizi duyan gelmiş :) Oysa bir kaç saat önce biz bile bilmiyorduk..:))
Yarın kimbilir...???

10 Ağustos 2013 Cumartesi

SİZİN BAYRAM HEDİYENİZ NE?




Sizin bayram hediyeniz ne oldu?

Ben biraz aile, biraz neşe, biraz sevgi, biraz hüzün, biraz anı, biraz özlem, biraz ağrı, biraz sızı, biraz kahkaha biraz gurur, biraz merak, biraz endişe aldım bu bayram...

Birini duydum yoğun bakımın kapısı olmuş hediyesi..

Bir başkasının yalnızlık...

Biri hiç beklemediği bir izinle karşılaşmış...

Bir başkası (muhtemel beklenmeyen) bir bayram nöbeti...

Birinin nişanlanmaktı hediyesi, bir diğerinin evlilik ...

Kimileri mezarlık ziyaretinde kimileri bayram gezmesinde,

Kimileri hastane kapısında kimileri harçlıklar ceplerinde...

Kimileri merhaba diyor hayata, kimileri el salıyor yukarıda...



Sizin hediyeniz ne? Siz bayram hediyesi olarak ne aldınız? Sizin evde giyildi mi bayramlıklar?

 

 
 
 

6 Ağustos 2013 Salı

ADALET DENEN ŞEY PEK DE ADİL DEĞİLMİŞ !!!



Üstümde biri oturuyor sanki yüzlerce kilo ağırlığında... İçimde bir mengene... Sıkışıyorum çok sıkışıyorum..
Ses tellerimi kesti biri sanki. Haykırmak istiyorum. Susuyorum...
Gözlerim...  gözlerim neden bu kadar ağır... Çok yakınım olan birini kaybetmiş ya da sevgilimden ayrılmış gibiyim. Tüm gece aralıksız ağlamışım ve sanki şişmiş gözlerim...
"Bu adalet denen şey pek de adil bir şey değilmiş. " 
Çok çok yıllar önce de çok çok düşünmüştüm bu durumu.

Bir trafik kazasıydı.... Babasından arabayı çalıp arkadaşlarıyla biraz içelim eğlenelim ee biraz da hız yapalım hevesinde olan bir delikanlı, bayram gezmesine çıkan annem ve şehre henüz bir kaç saat önce gelen ben başkahramanlar. Bol aksiyonlu bir film gibi. Gerçi annem anlayacağınız gibi filmde pek etkin olamadı. Bir filmin başında göründü ve sonra sonsuza kadar kayboldu. Çarpmanın etkisiyle havaya fırladı önce. Öyle ki aksiyon vardı ki annem bir yana üstündeki manto bir yana savrulmuştu... Tüm bunlar saniyeler içinde yaşanırken delikanlı bir an bile tereddüt etmeyip aynı hızla yoluna gitti. Hani nasıl denir uçarak kaçtı.. Bu sırada kafamı kaldırmama rağmen arabanın bırakın plakasını, rengini bile seçememiştim. O hızla gözden kaybolurken geride yere şiddetle çarpan ve anında hayatını kaybeden annem, çok sonra metrelerce öteden insanların bize bulup getireceği parçalanmış manto ve dağılmış çanta, ne olduğunu anlayamayan ve gerçekten donan ben ve bir de 25 metre fren izi kalakalmıştık...

Film şaşırtıcı sahnelerle devam etti. Mesela olay böyle yaşanmasına rağmen daha sonra delikanlı aynı gece teslim oldu. İnanılır gibi değildi. " Pişman olmuş!!!." (bu pişmanlığın mahkemeden ona yol su köprü olarak geri döneceği de sanırım kulağına fısıldanmıştı ) Oysa o anda "bir an bile tereddüt etmediğine" şahittim. Mahkeme 20 gün sonra yapıldı bilin bakalım ne oldu? Pişmandı. O kadar pişmandı ki mahkemeyi beklerken bile gözümüzün içine fütursuzca bakıyordu. Etrafındakilerle gülerek konuşuyordu. Sözle ya da hareketle hiç bir saldırganlık göstermediğimiz halde ne aileden ne kendinden bir özür, bir af isteği, bir üzüntü ifadesi mimiği göremedik, duyamadık. Herhalde pişmanlıktandı bu durum!!!
Sonra bir şey daha anladık meğer kazalardan sonra yapılan mahkemenin aciliyetinin tek nedeni sürücüye özgürlüğünü vermekmiş... Serbest bırakıldı...


Film böyle sürdü gitti yıllarca... Sadece bir tanık dinlenen duruşmalar, tanık gelmediği için bilmem kaçıncı ayın kaçıncı gününe yapılan ertelemeler, adli tatiller.... Sonunda delikanlının iddiası yani hızının 80 olduğu kabul gördü. (25 metre fren izinin bu hızla nasıl olduğu bir türlü açıklanamamış olsa da ...) Olay anında 3 / 8 annem, 5 / 8 delikanlı kusurlu şeklinde tutulan rapor tam tersine dönüştürülerek ve kaza bambaşka bir şekilde yaşanmış hale getirilerek dava sonuçlandı. Delikanlı çok çok ağır bir para cezasına ( hemen o anda ödenebilecek kadar ağır!!!) çarptırıldı ve aldığı bir kaç aylık hükümde paraya çevrildi.... Dava kapandı.

Dün yaşananlar bana kendimi kötü hissettirdi. "Mahkeme izin verirse ve izin verildiği ölçüde konuşabiliyorsunuz. " Ne demek bilirim. " Olayın başka boyuta gittiğini görüyor ama bir şey yapamıyorsunuz."  Bilirim.  Bir şekilde siz mahkemenin hoşuna gitmeyen karşı taraf hoşlanılan olabiliyor bilemiyorsunuz neden? Siz kendinizi de parçalasanız  da anlatmak için, kulaklar sağır oluyor, gözler kör.... anlatamıyorsunuz... Çaresizce çırpınıyorsunuz çırpınıyorsunuz. Sonunda kabulleniyorsunuz...
Ama ama ama !!!
Bir yerde yanlışlık yapıyoruz sanki...  Sonra o yanlışla başka yanlışlara sürükleniyoruz sanki...
Üstümde biri oturuyor sanki yüzlerce kilo... İçimde bir mengene... Sıkışıyorum çok sıkışıyorum..
Ses tellerimi kesti biri sanki... Haykırmak istiyorum... Susuyorum...




Evet "Bu adalet denen şey pek de adil bir şey değilmiş. " Ne demek ben biliyorum.






5 Ağustos 2013 Pazartesi

Dönüp duruyor başımız acıların ekseninde ...


Böcüğümün doğumunu kutladığımız gün adaletin de öldüğünü düşündüğümüz gün oldu. Ne kötü bir tesadüf..

".........
 Paravanın arkasında buldum gözlüklerimi
“Kulaklarına değil” diyordu ısrarla

“Gözlerine Takacaksın”
 Görmeyi bilmedikten sonra 
 ha saçlarına ha kulaklarına
 .........."


Bizim aile için 5 Ağustos hep anlamlı bir tarih olacaktı. Ancak şimdi bütün ülke için hep anılan ya da hatırlanan bir tarih olacak.. Ancak bu beni hiç de mutlu etmiyor.

Onlarca ailede şimdi gözyaşı varken, onlarca çocuk anne ya da babasını, ana babalar evlatlarını belki de bir daha hiç göremeyecekken, birbirlerinin kokusuna bunca özlem duyarken.... Onlarca kişi muhtemel kalan yaşamını cezaevinde tamamlayacakken.. Onlarca insan neden? ne için? diye sorarken... ve cevapsız kalırken.. insan insana yetersiz kalırken...

Sessiz, tepkisiz, çaresiz, yorumsuz oturuyorum bir koltukta.. ve gözlerim belli bir noktada belirsizliğe kilitlenmiş...

".........
Öyle adaletsiz ki
Şu hayat dedikleri oyun
Dönüp duruyor başımız acıların ekseninde 

........."










BİR BÖCÜK HİKAYESİ...



Bugün böcüğün doğumgünü.. İkı yıl önce tam da bugün sabah 07:00 de merhaba dedi bize... Tam da beklenen günde ne geç ne erken...Çocukların doğum saatleri de onlarla ilgili fikir verir mi bilmem. Ama bu durum bizim böcüğe çok uygun. Şimdiye kadar olan hayatı da tam böyle hep kararında...

Ne az ne çoktur böcüğün tepkileri. Ne uzun bir kahkahası duyulmuştur bu güne kadar ne de uzun bir ağlaması... Ne gülmekten kendini kaybeder ne ağlamaktan.





Yemeklere hiç saldırmaz örneğin. Köfte patates kızartması hatta makarnaya göz ucuyla bakıp burun kıvırdığı çoktur. Hatta muhallebi sütlaç gibi şeyler yemeden büyüyen belki de tek çocuktur. Hatta ve hatta yakın zamana kadar tatlı olan nerdeyse hiç bir şeyi ağzına sürmeyen bir böcük... Buna çikolata da dahil. Çikolataya bakıp suratını buruşturan ve hem eliyle hem yüzüyle " ı ıhhhh " diyen kaç çocuk gördünüz ki? Ama hemen peşinden ıspanak görüp "munu munu enne munu" diye kucağınızda çırpınabilir. Sizin tüm çocukların bayılacağı şeylere burun kıvıran böcüğün ıspanağa bu aşırı tepkiyi vereceğini düşünememenizden kaynaklı bir "ne istiyor acaba dediğiniz saniyeler fazla sürmemelidir. Ve asla ama asla ıspanağı ağzını kocaman açarak yemesine aldanıp akşama tekrar önüne koymayı denemeyin. Alacağınız cevap bellidir. " ı ıh"....

Bir süreden beri yemek saatinden önce kucağımıza tırmanıp ocağın üzerindeki yemekleri tek tek göstermemizi ister. (tabi burda evimizde her akşam tencere tencere yemek yapılıyormuş anlamını çıkaranlara da ' Lütfen abartmayalım' uyarısında bulunmak isterim.)

Her neyse "munu, munu munu " der tek tek kapağını açtırır ya   bakar "ı ıh" der diğerine bakar ya da " munu munu " der. Ve anında harekete geçmeniz gerekir zira hemen fikir değiştirebilir. "ö tü " sünü alır ve "enne mama otu " der eğer yemek tahmin ettiği gibi ise yer. Ama onun istediği anda istediği şeyden vermeniz şarttı. Eğer o "us "isterken siz "aman şu kaşıktakini de vereyim sonra veririm" derseniz " ı ıh enne us us" diyerek ağzını kapatır, başını diğer yana çevirir. Siz, uyanıklık yapıp o başka yere bakarken vermeye kalkarsanız ya şöyle bir geri çekilip kaşığa bakar ne var diye (ki kandırılmaya hiç tahammülü yoktur) ya da hani nadir de olsa boş bulunup ağzını açmış dahi olsa 1- 2 saniyeye kalmadan dili onu uyarır ve anında çıkarır.

O dil öyle güzel işlevini yerine getirmektedir ki inanılmaz. Tavuk istediği sırada siz kaşığa o görmeden ( yani izni olmadan demektir bu) birazda pilav alayım derseniz ve yine o görmeden ağzına atıverdiyseniz saniyesinde hepsi dışarı çıkarılır. O "es" isterken "aman salatalıkla domates birlikte iyi gider" der ve çatala birlikte takmaya kalkarsanız muhteşem bir dudak hareketi ile çataldan sadece "es" alınır ve domatesi siz yemek zorunda kalırsınız.

Ne uçaklar ne trenler ne kuşlar bu konuda bize hiç yardımcı olamamıştır.

Tabi tüm bunlar nedeniyle yemek bizim evde ayrı bir kabusa neden olmaktadır.

Böcüğün yemek sorunu mu vardır ?

Hayırrrr.

Huysuz bir çocuk her şeyi yemiyor mu?

Hayırrrrrrrrr ..

Sadece bizim "acaba bugün ne pişirsem, böcük ne yemek istiyordur ?" sorunumuz var..

Şimdi siz bir restorana gittiğimizde neden böcüğü kucağım alıp yemekleri önceden görmek istediğimize anlam verebilirsiniz ve bu nedenle çok şanslısınız demeliyim. Zira bunu yaptığımız her restoranda elime menüyü verdikleri halde benim ısrarla kalkıp bakma isteğim garsonlar tarafından şaşkın, anlamsız bakan bakışlarla cevap buldu. Ve belki gıcık bir müşteri diye damgalandım belki işgüzarlıkla... belki de böcüğü şımarıklıkla suçladılar ya da beni okuma yazma bilmemekle...

Kendisine uzatılan şeyi ( ki bu yiyecek, oyuncak... ne olursa olsun denenmiş ve fark etmediği görülmüştür ) hemen eline almaya tenezül etmez böcük. Geriden bakar tipine sonra bize bakar ve karar verir. Ve eğer ilgisini ilk anda çekemedi iseniz şansınızı kaybettiniz demektir. Eğer ilgisini çekerse ellerini dirsekten kırıp iki yana açarak " enne lüttt "diyecek kadar da naziktir böcük..

Onun dağılan ilgisini tekrar uyandırabilecek olan, ya da olmadık bir şeye ilgisini çekmesini sağlayacak olan tek kişi ablası " ö dü " dür. Ö dü onun için çok şeydir, her şeydir. Hatta "atti" "ödü" dür, telefon çalsa "ö dü " dür. Alo yerine "ödü" denir...

Gerçi son zamanlarda "atti" konusu "paka"ya, "dü düt" de " aydede" ye gitmek oldu.

Akşam olunca caminin ışıkları yanmaya görsün evde pencereden pencere koşan böcüğün çığlıklarını duyarsınız.. " Enne eşşş, enne eşşş "

Hep tadındadır hep kıvamında hep olması gerektiği kadar... Ve asla abartısı olmadan. Bakmayın 2 yaşında olduğuna... Onda bir gurur bir gurur... Geç yürüdü sayılır. 15 aylık idi bağımsızlığa "adım" attığında. Aslında hepimiz biliyorduk ki eğer bize ve yardım etmemize izin verseydi çok daha önce başaracaktı bunu. Ama o hep kendi kendine denemeler yaptı. Diyelim ki odaya girdiğimizde kanapeden tutunarak kalkmaya çalıştığını gördük daha biz sevincimizi belli edemeden çöküverdi yere... Yani anlayacağınız aylarca  sevincimizi kursağımızda bıraktı hiç acımadan. Birazda "acaba yürümeyecek mi" endişesi ile bekledik durduk biz. Hatta biz ayakta iken dahi yakalasak " yanlış mı gördük acaba "dedirtecek kadar bir çabuklukla oturuverdi. Hadi deyip " dur dur" yapmaya çalışsak bacaklarını öyle bir bıraktı ki üzerinde dahi duramadı...

Bir böcük hikayemiz oluştu 2 yıldır. Aniden girdi aslında hayatımıza ve tüm aileye çoğu zaman " gerçekten doğdu ve gerçekten bizimle değil mi dedirtti. Bir o kadar sevimli bir o kadar şeker geldi bize hep.. Kahkaha atmasa da dakikalarca öyle güzel güler ki bazen ona bakmaktan ve gülümsemekten alamazsınız kendinizi..




Hani bazen alışveriş yapar ve çok beğendiğiniz bir kıyafet alırsınız .. Sonra bir bakarsınız ki sürekli onu giyiyorsunuz. Bakarsınız ki elinize hep o geliyor. Ve dersiniz ya " ben eskiden ne giyiyordum ki".. işte öyle bir şey çocukların ailedeki varlığı. Onlardan önce ne yapıyorduk bilemiyorum. Onlardan önce hayatımız var mıydı? Biz gerçekten bir aile miydik? Akşamlarımız nasıl geçerdi?

Önce Ödül'le anlam kazanmıştı hayatımız sonra da böcükle...

İyi ki doğdun böcük. İyi ki varsın.. hepimize ayrı farkındalıklar yarı güzellikler yaşatıyorsun. Ve teşekkürler Ödül. Sen olmasan böcük de olmazdı. Sen olmasan böcük de böcük olmazdı...

Ben dünyanın en şanslı annesiyim. 

En tatlı çocukları ben doğurdum. 
Tıpkı dünyanın diğer tüm anneleri gibi... :)




ETTİ 15 ELDE VAR 16...





ve işte geçen hafta okunan diğer kitaplar...

12. Sinan Akyüz - İncir Kuşları

13. Sinan Akyüz - Şahika - Feraye

14. Craig Silvey - Tanrı'nın Unutulan Çocukları


15. Daniel Palmer - Akıl Oyunları     

Etti 15 elde var 16 .... 


                 



4 Ağustos 2013 Pazar

OKUYALIM, PAYLAŞALIM...


Okuduklarımın bir kısmı.. Diğerleri ofiste okuyucularını bekliyor. Onları da başka bir zaman paylaşmak üzere...

1. Ayşe Kulin - Dönüş

2. Kathleen Long - Gökkuşağını Yakalamak

3. Kiera Cass - Beni Seç

4. Gary Smal - Gigi Vorgan - Bir Psikiyatrisin Gizli Defteri

5. Marcus Zusak - HİÇ kimse sıradan değildir.

6. Kristin Hannah - Evden Çok Uzakta

7. Jean- Christophe Grange - Sisle Gelen YOLCU

8. Debbie Macomber - Bir Yumak Mutluluk

9. Debbie Macomber - Bahçemde Yeşeren Umutlar

10.John Katzenbach - Profesör

11.Jamie McGuire- Tatlı Bela









3 Ağustos 2013 Cumartesi

İYİ BAYRAMLAR OLSUN HERKESE...



O sabah çocuklar dahil herkes uyanır erkenden...

Erkenden çıkmış gitmiştir çünkü büyük küçük tüm erkekler... Bayanlar hızla kalkar, çocuklar kaldırılır, giydirilir, ve kahvaltı hazırlanır acele ama tüm özeniyle...

Camiden gelecek erkekler beklenirken tüm aile giyinmiştir güzelce, şekerler hazırlanır, şekerlikler konur hem odaya hem kapıya gelen çocuklara vermek üzere kapının yakınlarında bir yerde ...

Büyükler akşamdan hazırlar bozuk paraları, bayramlıklar ceplerde...

Eller öpülür sarılır tüm aile birbirine. Minicik ellere sıkıştırılan bayram harçlıkları toplanır gizli köşelerde, sayılır yüzlerce kere... karşılaştırılır kardeşlerle kuzenlerle .. kim daha çok topladı ise hafif bir imrenme...

Yapılacaklar planlanır sessizce, gidilecek kapılar, evde bekleyecekler...

Anlatılmaz bir heyecan, anlatılmaz bir telaş, anlatılmaz bir sevinç,

Anlatılmaz bir özlemle...
İYİ BAYRAMLAR